Saatlerce aynı pozisyonda oturduğun kaç toplantıya girdin hayatın boyunca? Ya da ömrünün kaç yılı boyunca, aralıksız olarak saatlerce araba kullandın yollarda? Kaç gününün yarısı ayakta geçti ya da kaç kez belin, boynun, sırtın tutuldu işin gereği? Hatırlamak mümkün değil elbette… Ama hatıraları vücudunda, en çok ağrıyan yerlerinde… Kalkmak isteyip kalkamadığın, oturman için sana yalvaran kemiklerine hiç kulak asmadığın, bari biraz olsun gerinmek isteyen kaslarına inat daha da gergin halde öylece kaldığın anlar, hala iz iz bedeninde.
Sanıyor musun ki sadece uzun süre aynı pozisyonda durmaktan yerleşir o ağrılar sırtına, omuzlarına, ayaklarına ya da başına? Sence geçer mi hepsi, spora başladığında? Evet diyorsan eğer, o zaman gel de beyaz yaka olarak çalıştığım yıllardan bir hikaye anlatayım sana:
Çok uzun yıllar önce, ülkenin çok büyük şirketlerinden birinde, alt yönetici seviyesinde olan çok çalışkan bir kadın tanımıştım. Azimli, akıllı, kıdemli, bir o kadar da hassastı. İşine hakim görünürdü ve gerçekten de öyleydi ama aslında, ne yazık ki, esas işi ona hakimdi. Öyle ki, en ufak bir hatasında, bazen yavaş yavaş bazense bir anda sırtı kilitlenir, belinden boynuna kadar tüm omurgası hareket edemeyecek hale gelirdi. Kilosu çok olmamasına rağmen başlangıç seviyesinde bel fıtığı vardı. Ayrıca alerjisi, saç dökülmesi ve uğradığını düşündüğü bazı mesleki haksızlıkları… En zoru da, haksızlık yaptığına inandığı kişi, aynı zamanda arkadaşıydı.
Konular karmaşıktı, olay vuku bulalı yıllar olmuştu, iş kadını kimliği durumu yönetmeyi başarmış ama bedeni olanları unutmamıştı. Unutmak bir yana, bu durum bedeni için, adeta en ufak hatırlatıcıda patlayan bir bomba olmuştu.
Azimliydi, bu duruma yenilmek istemedi. İmkanı vardı, araştırdı etti, dengeli bir diyete ve işten sonra yüzmeye başladı. İlk zamanlar her şey yolundaydı, kilo vermeye ve mutlu hissetmeye başlamıştı. Hepimiz, kendisi adına mutluyduk.
Ne var ki hayat görmezden gelineni hatırlatmakta ustadır…
Sorunun kökü çözülmüş değildi. Haksızlık dile getirilmemiş, ne mesleki ne sosyal olarak ilişkiler dengelenmemiş, arkadaşımın zihni ve duygularındaki ağırlık en çok da gene kendisi tarafından görmezden gelinmişti. Ve tam da bu sırada, ne tesadüftür ki (!) söz konusu haksızlık teması, hayatında yıllar sonra yeniden baş gösterdi. Her şey halloldu derken, bir sabah arkadaşımızın hastaneye kaldırıldığı ve ameliyat edilmesi gerektiği haberi geldi!
Ne olmuştu da gidilen onca yol birden ters tepmişti? Sporsa spor, diyetse diyet, bu beden bu kadından daha ne istemişti?!
Elbette senden, benden, hepimizden istediği şeyi: Kendi kendinin; aklının, hakkının, iş yerindeki ve arkadaşlık ilişkisindeki değerinin, zihinsel ve duygusal gereksinimlerinin, basitçe, yargılamadan VE adilce farkında olmasını…
Arkadaşım bunu yap(a)mamıştı çünkü belki de çocukluğundan beri buna alışkındı. Ya da belki, hayatının bambaşka bir dinamiğinde, bu durumu düzeltmesine engel olacak köklü bir sebep vardı. Ne kadar düşünürse düşünsün mantığı ile kuramayacağı bir bağ, onu kendi içinde kıskıvrak yakalayıp, olduğu yere bağlamıştı. Belki de ancak çok çabalayarak kendi değerini hissedebileceği noktadaydı.
Kendisi ile çalışmadığımız için asıl sebebi bilemiyorum ama operasyon sonrası doktorlarının yüzmeyi de fizik tedaviyi de yasakladığını ve arkadaşımın kendisini çok çaresiz hissettiğini biliyorum…
Bedensel farkındalıktan o yıllarda haberim olsaydı, bir uzmana gitmesini salık verirdim hemen arkadaşıma. Çünkü bedensel farkındalık, bugün bilimsel araştırmalara konu olmuş; kronik kas ağrılarından fibromiylajiye, kas iskelet sorunlarından yeme bozukluğu ve obeziteye, huzursuz bağırsak sendromundan cinsel istismara, koroner arter rahatsızlıklarından kalp yetmezliğine, böbrek yetmezliğinden denge sorunlarına, anksiyeteye ve hatta depresyona kadar bir çok tıbbi tedavide kullanılan bir yöntem haline gelmiş durumdadır.[1]
Üstelik hepimizin sahip olduğu bir özelliktir çünkü beynimizin doğar doğmaz ilk hedefi bedensel farkındalığı yükseltmektir.
Çocukluğunu hatırla, eğer hayatında engelleyici bir faktör yoktu ise, bedenini en çok denediğin zamanlardı: zıplamayı, koşmayı, atlamayı, düşmeyi, yuvarlanmayı ve beden-zihin koordinasyonunu maksimize eden daha nice deneyimi hiç korkmadan ve aralıksız şekilde tekrar tekrar denedin. Her seferinde beynin bu hareketleri deneyimleyen kaslarından “neler yapabilecek kapasiten olduğunu” ve “hangi durumlarda nasıl hissettiğini” öğrendi. İçeriden gelen en ufak (fiziksel ve psikolojik) hissi, birbirine bağlayarak an be an kaydetti. Böylece bilincin ile bedenin arasında sıkı bir bağ örerek seni “bütünledi”. Ve ister inan, ister inanma, bugünkü sosyal yaşamında verdiğin tüm tepkileri bu temel üzerine inşa etti.
Peki sonra ne oldu? Bedenin ile bilincin arasındaki bağ ilk nerede koptu? Ben söyleyeyim; bir gün birisi bir şey dedi, o kişi önemliydi, ya da bir olay çok dikkatini çekti, yetiştirmen gereken işler birikti, zaman alışık olduğundan hızlı geçti ve böyle böyle dikkatin içinden, dışına yöneldi.
Havanın durumuna, saatin kaç olduğuna, sakalının çizgisine, saçlarının kırığına; “bir olay karşısında bedeninin ve içinin nasıl tepki verdiğinden” daha çok dikkat etmeye başladın. Ne kadar trajikomik değil mi, hayata ayak uydurayım derken, onunla arandaki biricik “uyumlanma” aracını boşladın.
Şimdi, bugündesin. Belki fibromiyaljin var, belki sürekli tekrar eden eklem ağrıların, ne yapsan geçmeyen bağırsak sorunların, kulak çınlamaların... Ya da tedaviye rağmen geri gelen anksiyete atakların, inatçı kiloların, yeme bozuklukların…
Ve tüm o denediklerinden sonra hala soruyorsun: "Geçer mi?" Ben de sana sorayım o halde: "Neden geçmedi?" Bildiğin her şeyi denemene rağmen neden geçmiyor bu ağrılar, niye dağılmıyor göğsüne oturmuş kaygılar, geçirebildiğin zamanlarda dahi nasıl oluyor da ilk fırsatta geri geliyor tüm rahatsızlıklar? Dahası, neden kimseninki "tam olarak" geçmiyor?
Sağlık esas olarak bir denge halidir. Sadece beden - zihin ve rıh arasındaki dengeden bahsetmiyorum. Yaşam gücümüzün kendimiz olabildiğimiz anlarda yükselip, olamadığımız anlarda düşmesi ve bu dalgalanmanın dengeli şekilde sürebilmesinden de bahsediyorum. Tıpkı para piyasaları ya da hava sıcaklığı gibi... Nasıl ki bu değerlerin sürekli sabit kalması hem normal olmayan, hem de istenmeyen bir şey ise; sağlığın sabit seyretmesi de aynı şekildedir. Sürekli sağlıklı olmak mümkün değildir. Beklenen şey; "hastalandıktan sonra iyileşebilmektir".
Ancak sadece belirli bir katmanda iyileşmek, yeterli değildir. Ağrının psikolojik katmanları, kaygının fiziksel yansımaları, kilo sorunun duygusal kaynakları vardır. Dolayısıyla, her 3 katmanda da tedavi edilmelilerdir. Geçmeyen, tekrar eden, geri dönen tüm rahatsızlıklarda, ipin ucu "tedavi edilmeyen diğer katmanlar"dadır.
Tüm katmanların ortak noktası; hem düşüncelerin duygulara evrildiği, hem duyguların hormonları tetiklediği, hem de tüm ağrıların beyne iletildiği "sinir sistemidir". Zihinsel ve fizikseli birleştiren, bedeninin farkında olmanı sağlamakla kalmayıp, onunla iletişim kurmana olanak veren sinir sistemi... Doğru teknikler ile her 3 katman için de adeta bir uzaktan kumanda işlevi görebilen sistemimiz; bizi bedenimizden bilincimize ulaştıran tam bir anahtardır.
Sinir sistemi temelli terapiler ile ağrıdan kurtulmak, kaygıları hafifletmek hatta diğer vücut sistemlerini dengelemek mümkündür. Sağlığın sürekli aşağıya doğru gidiyor ve doğal dengesine geri dönemiyor ise, baş vurabileceğin en pratik ve en sürdürülebilir çözüm, sinir sistemini de işin içine katan kişiselleştirilmiş bir tedavi yolu islemektir.
İyileşmenin ötesinde iyi olmak için elindeki bu anahtarı artık kullanmak ister misin?
[1] https://peh-med.biomedcentral.com/articles/10.1186/1747-5341-6-6#Sec1
Comments